international modern contemporary art fair Istanbul Toplumsal Sanat ve Güncel Dinamikleri İstanbul bir Laboratuvar mı- Spiky thorny Cross by Luckeneder and Kielnhofer

contemporary-istanbul-art-fairarts-arte-sculpture-guardians-of-time-manfred-kielnhofer-kili T-Guardian-scope-show-art-basel-fair-contemporary-art-sculpture-cross-manfred-kielnhofer-christoph-luckeneder-1105
Toplumsal Sanat ve Güncel Dinamikleri İstanbul bir Laboratuvar mı? Hasan Bülent Kahraman 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçiş sadece zamansal bir sürekliliğe işaret etmiyor ve bir doğallıkla gerçekleşmiyordu. Zamanın kendi sürekliliği doğal olarak bizi 21. yüzyıla taşıyacaktı. Kaldı ki, 21. yüzyıl aynı zamanda Batı metafiziğinde çok önemli bir yeri olan “bin yıl” kavramına da açılıyordu. İnsan ilişkileri doğallığın kültürel bir platformda ve zihinsel çabalarla dönüştürülmesine dayandığından ve bütün insanlık çabası o doğallığı bu düzlemlerde aşmak, hatta dizginlemek olduğundan 20. yüzyıl yerini 21. yüzyıla çok derin bir düşünsel kırılmanın eşiğinde bıraktı. 21. yüzyıla girilirken en önemli olgu modernite düşüncesinin aldığı büyük eleştiri ve yaşadığı büyük parçalanmaydı. Bir manada insanlığı homojenleştirme olarak geliştirilmiş ve Batı metafiziğinin “dışarıdaki” toplumlara yerleştirilmesi olarak özetlenebilecek bu modernleşme anlayışını, her ulus 20. yüzyıl boyunca belki farklı yöntemlerle kabul etti ama sonuç aynıydı: devlet öncelikli ve devlet önderliğinde sistematik bir dönüşüm. Bu dönüşüm iki büyük taşıyıcı üstüne oturacaktı: geçmişin, gerekirse bütün kültürel bagajla birlikte reddi ve öznenin yani insan tekinin devletin güdümü doğrultusunda yeniden kurgulanması. Öznenin ortadan kaldırılması olarak da adlandırılabilecek bu metot büyük totaliter rejimlerin çıkmasını doğallaştırıyordu. 20. yüzyıl o rejimler tarafından ortadan kaldırılmış milyonlarca insan demektir. 21. yüzyıla evrilirken ilk itiraz bu sistematiği kuran radikal rasyonalitenin hegemonyasına yönelikti. Çünkü, Weber sonrasında devlet ve organon’u olan bürokrasi rasyonalitenin temerküz noktasıydı. Descartesçı radikal rasyonalite son kertede insan bilincinin, gene insan bilincine tutsak edilmesiydi. Doğayı kontrol aracı olarak öne çıkan bilim bu anlayışta bireyin öznelliğine yer bırakmayan bir üst kategoriye dönüşmüştü. Öznenin yeniden ortaya çıkması ve kendisinde saklı olan değerler bütününü öne almak istemesi bir kimlik problemidir. Buna elbette hafıza ve mekan politikaları eklenebilir. “Bugünde hatırlamak” olan Proustgil hafıza ve onun işlemesine olanak sağlayan tesadüfler, kendiliğindenlikler, yeni anlayışta çok seçmeci ve çok bilinçli bir anımsama politikasıyla terk ediliyordu. Artık Bergsoncu bir zaman bütünlüğüne de gerek yoktu. Özne kendi varlığını kendi iradesiyle kuracak kişiydi yeni algı içinde. Böyle bir kabul sadece devlet kavramının hızla geri itilmesine yol açmakla kalmadı. Publicum yani toplumsallık (Türkçedeki yanlış çevirisiyle ‘kamusallık’) olgusunu da yeniden öne itti. Bu yenilenme daha önceki anlayışta tek olan toplum/kamu kavramının yerini toplumlar kavramına bırakmasıyla başlar. toplumlar dediğimiz şeye topluluklar (communities) demek de mümkündür. Topluluklar bir kere ortaya çıktı mı ilk elde mekan politikaları değişecekti. Mekanın homojen ve üniform insanı barındıran dikey derinliği şimdi yerini farklılıkların bir arada bulunması anlamına gelen bir yatay genişliğe bırakacaktı. Dar bir alanda birbiriyle çatışmayan ama birbiriyle “sürtünen”, öylelikle de etkileşen farklılıkların bir arada bulunması toplumsal alanın yeni formlarını meydana getiriyor şimdi. Buna mukabil toplumsalın oluştuğu mekan artık sadece topolojik, doğrudan doğruya “yere”/zemine ait bir olgu değil. 21. yüzyıl hiç beklemediği bir şekilde kendisini elektronik medyanın sağladığı yeniliklerle birlikte neredeyse ürküntü veren bir sanallık içinde buldu. Plato’nun “tiyatrosallık” bağlamında, son diyaloğu Nomo’ide şiddetle eleştirdiği “güruh” şimdi sadece amfitiyatroda veya agora’da değil. Her yerde. Sadece tiyatroya gidenler arasında değil iletişim ve ortak düşünce oluşturma yetisi. Her yerde. Üstelik üretilen artık “ortak düşünce” değil “ortak olmayan” düşüncelerdir. Böyle bir yapı içinde sanat ne ifade eder? Sorunun cevabı iki noktada gizli. Birincisi, bu stadium demokrasiyle ilgili bir meseledir. Çoğulcu, farklılıklara dayalı, karşılıklı etkileşimlerden beslenen bir demokrasi 21. yüzyılın ütopyası değil realitesidir. İkincisi, eğer böyle bir demokratik durumdan söz açılabiliyorsa, o takdirde, sanat- toplumsallık ilişkisi de yeni bir evreye geçecektir. Sanat-toplumsallık ilişkisinin yeni evresi sanatın görünürlüğünü kaçınılmazlaştırıyor. Kendisi çoğulcu, kendi içinde farklılığa dayalı bir üretim olan sanat, bu özellikleriyle, yeni toplumsallığın nirengi noktasıdır. Yeni toplumsallık kendi kendine, doğal bir şekilde gelişemez. İki önemli hiza ve istikamet aracına ihtiyaç duyar. Zihinsel üretim ve ona bağlı düzeltmeler, yol göstermelerle sanatsal ifadenin saptayıcı gücü. Yani, yeni demokrasi her aşamada demokratik kuram ve düşünceden bazı esinler almak zorundadır. Aynı şekilde sanatın dinamik ve sürekli değişen dokusu statik olmayan bir demokratik platformun oluşması bakımından zaruridir. Böyle bir arayışın yeni kentsel doku içinde can bulması başlı başına bir konu olacaktır. Yeni ve küresel sermaye yeni kentler inşa ediyor. Sermayenin iç hareketini sağlayacak, akışkanlığını sürekli kılacak bir yeni kentsel dokudur bu. Yeni kentin en önemli özelliği mutenalaşmasıdır. Bu bir tercih değil yeni sermaye bakımından ihtiyaçtır. Çünkü, yeni kent aynı zamanda belli bir estetik görselliğin realizasyonudur. Mutenalaşmanın yeni sanatsal kurumlar üstünden yapılması akıllıca bir iştir. Yeni müzelerin, yeni sanat kurumlarının, galerilerin meydana getirdiği alanların ürettiği rant planlı ve sistematik bir uygulamadır. Bu sanatın kentsel zeminde yeni bir dolaşım politikası yaratmasına tekabül ediyor. Daha üst sınıfların ve daha güçlü sermaye kesiminin beklentilerine yanıt veren bu sanat her şeye rağmen kendisine ait bir eleştirel, toplumsal kimliğe sahiptir. Ama ondan daha önemlisi sanatın geniş toplumsallıklarla ilişki kurmasıdır. Asıl eleştirel güç o sanattın elinde olacaktır. Bu özelliği taşıyan sanatın kendisi bir direniş alanıdır. Böylesi bir özelliğiyle sanat ve toplumsallık ilişkisinin muhalefet ve direniş olarak belireceği muhakkak. “Gerçek” bir demokrasi de muhalefet ve direniş olanağı sağladığı ölçüde hakikattir. Bu bakımdan sanatın toplumsallıkla/kamusallıkla ilişkisi bugün her zamankinden daha ziyade bir ihtiyaç, bir zaruret ve bir beklentidir. Yeni metropol özelliklerini her bakımdan taşıyan İstanbul bu açıdan önemli bir laboratuvar bugün. Bir yandan çektiği sermaye, diğer yandan yaşadığı dönüşüm, nihayet bunlarla eklemlenmiş sanatsal etkinlik ve üretim İstanbul’u ayrı bir gözle bakılması gereken bir odağa dönüştürüyor. Sermaye siyaset ilişkilerinin şimdi sermaye-sanat ilişkilerine dönüştüğü bir evreye tanıklık ettiğimiz muhakkak. Ama asıl soru yaşadığı soylulaşma içinde İstanbul’un kentsel mekan olarak ne ölçüde sanatsal söyleme yer vereceğidir. Küresel bir mimarlık dilinin öne çıktığı büyük dönüşüm alanlarından arta kalan toplumsal zeminde mi bu sanat bir direniş platformu oluşturacaktır; yoksa bizatihi o “yeni” mekanlar da çoğulcu, değişken, tahrik eden bir sanata kapı aralayacak mıdır? Hiçbir biçimde, bugün dahi, toplumsal sanat diline ve gerçeğine yakın durmamış, onu tanımamış bir kent, küreselleşirken bu soruları cevapladığı oranda karakterini tayin edecektir.
Hasan Bülent Kahraman
http://icemagazine.contemporaryistanbul.com/files/document/ice-10-arsiv-k_69470.pdf
http://contemporaryistanbul.com
http://kundtundhandel.com
http://licht-christoph.at
http://kielnhofer.com